Rusya’nın Ukrayna’yı İşgali
Tacan İLDEM, EDAM Başkanı
Sinan ÜLGEN, EDAM Direktörü
Rusya’nın 2014 yılında bağımsız ve egemen bir devlet olan Ukrayna’ya ait Kırım’ı gayrimeşru ve gayrı hukuki şekilde işgal ve daha sonra ilhak etmesi ve sonrasında ülkenin doğusundaki Donetsk ve Lugansk’da istikrarsızlaştırıcı politikaları uygulamaya koyması hatırlardadır. 20 Şubat günü ise Rusya’nın, Başkan Putin’in televizyonların canlı yayınında bir nevi şov niteliğindeki “tarih dersi” eşliğinde ayrılıkçı bu iki oblastın bağımsızlığını tanımasına tanık olunmuştur. 24 Şubat ise Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı askeri harekatla Soğuk Savaş sonrası dönem açısından ileride hep anımsanacak bir “kara gün”dür.
Rusya’nın ayrılıkçıların yalnız üçte birini kontrolünde tuttuğu bu iki oblastın tümünü ayrılıkçı sözde devletlerin denetimine geçirmeyi, Ukrayna’nın savunma altyapısını ve kapasitesini yok ederek Putin’in ifadesiyle ülkeyi “askersizleştirmeyi” amaçladığı da anlaşılmakta. Mariyopol ve Odessa gibi Karadeniz’deki bölgelerin de hedef alınmasıyla bir sonraki aşamada Ukrayna’nın denizle irtibatı kesilmiş bir kara devleti (landlocked) haline dönüşmesinin de amaçlanabileceği söylenebilir. Keza Kiev’deki Zelensky Hükümetinin Rus yanlısı bir yönetime görevi devretmesini sağlayacak siyasi bir sürecin de Putin’in bir diğer hedefini oluşturduğunu öngörmek de mümkündür.
Aslında daha 2005 yılındaki açıklamasıyla Sovyetler Birliği’nin dağılmasını “asrın felaketi” olarak tanımlamış olan Putin’in Soğuk Savaş sonrası uluslararası düzeni içine sindiremediğinin işaretlerini geçmişte vermiş olduğu bilinmektedir. 20 Şubat’ta televizyonlar önünde yaptığı tarih okumasıyla esasen geçtiğiniz yıl temmuz ayında yayınladığı makalede ortaya koyduğu fikirleri teyid ettiğine tanık olunmuştur.
Burada üzerinde durulması gereken husus şudur. ABD’nin emperyal ve hegemon bir devlet olma vasfıyla dünyanın değişik coğrafyalarda izlemiş olduğu tutuma karşıtlık anlaşılabilir. Ancak buradan yola çıkarak Rusya’nın Ukrayna bağlamında yaptıklarını mazur görme ve gösterme çabasını anlamak imkanı bulunmamaktadır. Tartışmaların sağlıklı bir temelde yürütülebilmesi için öncelikle, taraf olduğu 1975 Helsinki Nihai Senedi, 1990 Paris Şartı ve 1999 İstanbul Şartı’nda teyid altına alınmış ve Avrupa güvenliğini doğrudan ilgilendiren temel ilkeleri attığı son adımlarla Rusya’nın açıkça ihlal etmiş olduğu görülebilmelidir. Bu açıdan 24 Şubat günü en üst düzeyde açıklanmış Türk resmi tutumu isabetlidir.
Avrupa güvenliğini ilgilendiren kilit silahların denetimi, silahsızlanma, şeffaflık ve risk azaltılmasını amaçlayan güven ve güvenlik artırıcı önlemler manzumesinin artık işlemez hale gelmiş olması nedeniyle bu alandaki antlaşmaların gözden geçirilmesi ihtiyacı esasen uzun zamandır kendini hissettirmekteydi. Nitekim 21 Ocak’ta EDAM olarak yayınladığımız analizde bu alandaki bir çabanın tırmanan gerginliği yatıştıracak bir diplomasi alanı olup olamayacağını değerlendirmiştik. Rusya dahil Avrupa güvenliğinin paydaşı tüm ülkelerin güvenlik endişelerinin dikkate alınacağı böyle bir sürecin halihazır koşullarda, bir nevi Rusya’nın kuvvet kullanımı yoluyla ve dayatmasıyla başlatılmasında güçlük olabilir. Ancak ileride böyle bir süreç başladığında tüm paydaşlar gibi Rusya’nın güvenlik endişeleri göz önünde bulundurulacak olsa da uluslararası düzeni yönlendiren temel ilkelerin yeniden müzakeresine imkan olmayacağının açıklıkla kabulü gerekir. Rusya’nın istediği şekilde ülkelerin egemenlik, bağımsızlık ve toprak bütünlüklerini, hangi güvenlik düzenlemelerini tercih edeceğine ilişkin kararlarını, tarihi okuyuş biçimiyle izah ettiği bir sınıflandırmaya tabi tutarak kimi ülkeyi daha az egemen olarak tanımlamasına imkan verecek ve bu ilkelerden yararlanmalarına imkan olmayacak bir anlayışın yerleşmesine asla izin verilmemelidir.
Türkiye yönünden önem taşıyan temel hususlar da şöyle kaydedilebilir.
- Türkiye Karadeniz’de gerek Rusya gerek Ukrayna’ya komşu bir ülkedir. Her iki ülkeyle iyi ilişkileri mevcuttur. Rusya’nın mevcudiyetiyle Türkiye’nin Güneyde de komşusu olması gibi ironik bir durum da mevcuttur.
- Karadeniz’de güvenlik ve istikrarın muhafazası ve güçlendirilmesi konusunda Türkiye’nin öteden beri sahildar ülkelerin sahiplenmesini önceliklendiren iş birliği girişimlerine öncülük ettiği (BLACKSEAFOR ve Karadeniz Uyum Harekatı gibi) bilinmektedir. Tabiatıyla 2014 yılında ortaya çıkan ve halihazırdaki mevcut durum böyle bir iş birliği koşullarını bertaraf etmiş bulunmaktadır. Gönül arzu eder ki ileride koşullar bu iş birliğinin yeniden canlandırılıp güçlendirilmesine olanak tanısın.
- Türkiye NATO’nun önemli bir müttefikidir. Dolayısıyla NATO’nun alacağı caydırıcılık ve savunmayı güçlendirecek adımların uygulanmasına katkıda bulunacaktır. Öte yandan Karadeniz’in sahildar ülkesi olan Türkiye’nin bölgedeki dengelerin ve duyarlılıkların bilincinde bir müttefik olarak 24 Şubat’ta Washington Antlaşmasının 4. Maddesi uyarınca toplanan NATO Konseyinin gerçekleştireceği müttefikler arası danışmalarda ve kararların şekillendirilip kabulünde fikri katkısını sunması da önemli olacaktır.
- Montreux Sözleşmesi yürürlüğe girdiği 1936 yılından bu yana boğazlardan geçişi düzenleyen, hukuki bağlayıcılığı olan, önemli bir uluslararası enstrümandır. Türkiye’nin şimdiye kadar olduğu gibi bu sözleşmenin lafzına ve ruhuna uygun şekilde titizlikle uygulanmasındaki tarihi sorumluluğunu sözleşmenin hamisi sıfatıyla bundan böyle de, özellikle bu kritik dönemde yerine getirmesi belirleyici nitelikte bir zorunluluktur.
- Bugün yaşananlar Avrupa’yı yeniden adeta bir Soğuk Savaş kutuplaşmasına sürüklemeye adaydır. Böyle bir ortamda Türkiye de NATO müttefikleri ile Rusya arasında bir denge politikası izlemeye devam etmekte zorlanacaktır. Öte yandan orta vadede Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi jeo-stratejik öneminin daha iyi anlaşılacağı bir konjonktür karşımıza çıkacaktır. Türk dış politikası bu ortamdan özellikle güvenlik arayışlarımızda müttefiklerimizden daha fazla destek alacak şekilde istifade etmeye odaklanmalıdır.
Sonuç olarak Rusya’nın güç kullanarak tarihi yeniden yazma girişimine kayıtsız kalınmaması gerekmektedir. Aksi takdirde ileride bu tarihi yorumun Rusya’yı ne tür eylemlere götüreceğini kestirmek mümkün olmaz. Tarihte bunun örnekleri ulusumuzun hafızasında canlılığını korumaktadır.